“Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla,
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ”
Demişti Nâzım Usta. Vatan, çiftlikleriniz, cüzdanlarınız değildir demekteydi. Bir toprak parçasının vatan olarak tanımlanabilmesi için uğrunda yiğitlerin ölmesi gerekir denirdi bir başka şiirde. Doyduğun yerdir vatanın derdi bir başkası. Altında ölülerin yatmıyorsa o toprak senin değildir diyenler de vardı. Altında binlerce ölünün yattığı, bazılarının yer altından çıkarılıp tekrar toprağa gömüldüğü, otopsilerine kadar soğuk hava depolarında bekletilen bedenlerimizi gezdirdiğimiz kocaman bir toprak parçamız vardı bizim. Yoksulluktan ruhlarımızı yanı sıra sürüklediğimiz, kendimize bile bazen ağır gelen bedenlerimiz vardı. Acıyı paylaşmayı bile beceremeyen tekmecilerin ülkesinde hepimizin bedeni ağır bir yüke dönüşürken bir çocuk bağırırdı bir pencereden: “defolun gidin, biz sararız kendi yaramızı”. Bağışla bizi güzel çocuk, sol tadında bir mektup yazamadık sana. Elleri değsin istemedik, gözleri değsin istemedik. TRT spikeri gibi konuşmayı marifet sayanların sol ağızları yeni bir ekmek kapısı bulmuştu oysa. Ağzımızda bir pas tadı, burnumuzda sadece bir rakı sofrasında bir arada olmasına alışkın olduğumuz kavun ve yanık et kokusu. “Haritadan yer beğen kendine” derlerdi bunu devlet memuru anlatsa. O da gözünü kapatır el yordamıyla bile bulurdu Soma’yı. Evet derdi işte burası benim vatanım. Sürün beni buraya. Vatan, bir “ekmeği olmayan var mı? “sofrasında Yırca’nın zeytinlerini boğazından helallikle geçirmekti çünkü. Aynı apartman aydınlığına bakan, kapısı açık balkonlardan birbirlerinin sesini duyarak yaşayan emekçilerin sofrasıydı vatan. Her şeyin ve herkesin yürüme mesafesinde olduğu, kimsenin ulaşılmaz olmadığı bir serin yaz bahçesiydi. Bahçenin neresini beğenirsek orada otururduk, dükkân bizimdi.
Bir duruşma öncesinde kapkara bir pankartın üzerinde evladının, eşinin adını görmekti bu ülkede kadın olmak. O pankart, devletin namusunu açık eden bir kara çarşaf gibiydi. Ağıtların göğe yükselirken bir listede adın olmadığı için duruşma salonuna alınmamaktı. Kendisini savunmaya gelen avukata polis müdahalede bulununca “avukatıma dokunma!” diye bağırmaktı. Bari savunmama dokunma. Evladı, eşi vatanıdır da bir kadının aynı zamanda. O polis barikatları yerle yeksan olur birdenbire. Söz konusu “vatan”dır, gerisi teferruat. Sloganlara eşlik etmeye çalışır bir baba son nefesiyle. Evladını yitirmiş bir babaya kader tebligatı yapanlara inat, isyanını tebliğ eder devlet babaya. Bir tek devlet babanın ölümünden sonra mutlu olur evlatları. Soma’nın hesabı, yüzüne bir çizgi olur yerleşir kalanların yüzüne. İsyan bir ölmez ağaç olur, dalları kırılır yemişten. Halkın avukatları giyerler iliksiz cübbelerini, ayaklarını bastıkları toprağın vatan olması için artık kimse ölmesin diye yeni bir hikâye yazarlar. “Vatan, hakkını aldığın, mutlu olduğun yerdir” derler belki de. Aynı aydınlığa bakan balkonlardan birbirlerinin sesini duyarak yaşar Somalılar. O aydınlık, haritada kendine yer beğenemez de, her yere uğrar. Toprak, uğrunda ölen olmayınca vatanlaşır herkese. Yeryüzü koca bir sofra olur bir gün. Soma’da bir ölmez ağaç yetişir de, erken hasat edilir zeytinleri.