“Allah döşek ölümü versin” der büyükler. Kendi evlerinde, kendi yataklarında huzur içinde ölmek isterler. “Güzel ölmenin” karşılığı budur onların sözlüğünde. Ölmenin de güzeli olur mu, olur. Ölüm kültürü bu toprakların en çok geliştirdiği, beslediği kültürdür. Ölenin ayakkabısı kapı önüne konulur ki birileri alsın da giysin. Giysileri yoksullara dağıtılır. Bakıldıkça insanın içini acıtan eşyalar başkalarını sevindirir. Düğünle cenazenin birlikteliği Bilge Köyündeki katliamdan önce yerleşmiştir alt bilincimize. Belki de bundandır, en acıklı uzun havaların sonuna oynak havaların bağlanması. Ağız tadıyla ağlayamaz yurdum insanı. Ağlatmazlar. Hemen unutsun isterler ki hesap sorulmasın. Üzerinden zaman aşınca dağlanır acılar, ateşin düştüğü yerdeki o son mum ölene kadar yanar. Hafif ve kısa bir şey olan hayat, ağırlaştıkça ağırlaşır. Güzel ölenlerin yalnız ülkesinde, bu yangın yerinde yaşamayı görev bilen itfaiye erleri bir otele doldurulur, halkın acılarıyla yakılmış türküler ekinlerin tınazına savrulur. “Neden hep boş bir bardağa yüksünmeden boynun eğer bir sürahi?” diye soran şair ölür, bir bardak suya hasret.
Öldükten sonra kendini yaktırmak isteyen senaristin ölüm haberi şanlı tarihlerine halel getirdiğinden “o kadın öldü” diye verilir havuz medyasında. Bütün ülke canlı cesetlerle dolmuştur ama olsun. Beden üzerindeki hakimiyetleri bitmez. Krematoryumun yöneticileri kimi yakacaklarına kendileri karar vermek ister.
Eski kelimelere yeni anlamlar yüklemek acıyı hafifletmez, şair olmak da yetmez dayanmak için. Urfa’da mezar taşlarına ölenlerin neden öldükleri ile ilgili resimler yapılır. Kan davasını arttırdığından yasaklanması gündemdedir. Can davası zaman aşımına uğratılır. Yobazlığın resmi yapılamaz bir mezar taşına.
-Nerelisin?
-Sivaslıyım.
-Yakanlardan mısın? Yananlardan mı?
Diyalogudur ciğerimizi yakan. Sivaslı tutkundur hemşerisine. İstanbul’da çoğunluktadır, her semtte bir dernekleri vardır. Eskiden bir şehre ait olmak “içinden” olmakla ifade edilirken, şu Sivas’ın elinde sazımız çalınmadığından bu yana yakanlardan mıyız, yananlardan mı, o sorulmakta. Ellerinde benzin bidonlarıyla kolluk kuvvetlerinin gözetiminde bu yurdun en güzel insanlarını yakanlar amaçlarına ulaşmışlar demek ki. Bir mezhebin mensubu olmayınca o mezhebin mensuplarına yapılan eziyetin, işkencenin, hakaretin görülmez olduğu sanılıyor artık büyük çoğunluk tarafından. Bir mahalleye ait olmak, yakanlardan veya yananlardan olup olmadığınızı belirlemeye yetiyor. Ötekinin, kendisinden olmayanın acısını anlayıp içselleştirdiğini kimse anlatamıyor diğerine. Bir toplum ne de güzel ölmekte.
Ortaokuldaki İngilizce derslerimizden birinde öğretmenimiz İngilizce şiirlerdeki uyakları göstermişti bize. Çok ilgiyle dinlemiştim dersi. İnsan bir tek kendi ana dilinde seslerin benzeşebileceğini sanıyormuş, öyle düşünmüştüm. Anasının babasının şairane olsun diye ya da aşk hikayelerinde belirli bir yeri olan bir mekanın, bir hadisenin adını taşısın diye değişik bir isim verdiği bir çocuk gibi ömrü boyunca adını doğru telaffuz ettirmeye uğraşmıştır bu ülkede “yanan”lar. Sadece Madımak’ta yananlar değil, orada yananlara da yananlar, aynı dili konuştukları halde, aynı mezhebe mensup olmadıklarından birbirlerini anlamamaktadırlar. Her birinin elinde bir turnusol kağıdı, diğerinin duyarlılık PH’sını ölçmekle meşguller. “Siz bizim Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?” tekerlemesi sürüp gitmekte halklar ve mezhep mensupları arasında. Madımak’ın ateşi daha sönmemişken, çift taraflı bir yobazlık hüküm sürmekte, herkesin elinde koca bir körük. Şehrin altın anahtarı hep o büyük ağabeylerin ellerinde. Biz Sivaslıyız hepimiz, Madımak’ın içinden. Ya siz büyük ağabeyler, yakanlardan mısınız, yananlardan mı?