Kaçkarlar uzaktan bakıldığında gelin alayı gibi görünürler.
Yeleleri ve kuyrukları örgülü, rengârenk süslü atların sırtlarında, kadınlı-erkekli dörtnala, yamaçlardan ine çıka yeşil düzlüklerdeki subaşlarına doğru koşturur gibidir.
Doruklarında her mevsim kar her mevsim mavi bulutlar her mevsim sis ve yağmur.
Ladin ve kayın ağaçları arasından gökyüzüne uzanan köknar dalları kartallara, şahinlere, atmacalara yuvadır.
Yaban kızılcıklarının, alıçların, gül ormanlarının kovuklarında ise bülbüller, keklikler, ceylanlar, tilkiler, kurtlar, ayı yavruları dans ederler, su gözelerinde tavşanlar sevişir.
Karlı doruklardan sızıp, birbirleriyle kucaklaşan pırıl pırıl dereler yaylalardan, köylerden insanlığa nefes olup, Berta köprüsü kavşağından Çoruh’a oradan Karadeniz’e koşarlar, her damlası kınalı aşk çiçeği kokuludur.
Buralarda insan topraktır, çiçektir, arıdır, kestane balıdır, dut pekmezi ve yaban eriği ve al yanaklı elmadır.
Ağaç kovuklarındaki sincaplar gibi hayatı ortaklaşırlar.
Sevinçleri bilinmez, hüzünleri bilinmez.
Türküleri ve dansları ile meydanlara çıktıklarında anlarsınız yaralarına merhem olmak gerektiğini, efkârlanırsınız.
Buralarda Gürcüler; ela gözlü yamaçların içinden aşk ile çağıldayan türkülerdir, ceviz ağaçları ve kokulu üzüm dalları arasında seken serçe kuşlarıdır.
Karayemiş gibi buruk bir tattır yüreklerinde büyüttükleri öyküler.
Her biri seksen, yüz yaşındaki analar, babalar, dedeler bu öykülerin yavrularıdır.
Buralarda Gürcüler; yaban arılarıdır, mısır ekmeğidir, kuzu sesidir, oğlak cıvıltısıdır, kelebek kanatları gibi işlenen bayırların can suyudurlar.
Dağın öte yanı gibi bu topraklar da vatan, içtikleri su vatan, kokladıkları ıhlamur vatan, derelerindeki benekli balıklar vatan, günebakan çiçekleri vatan, ekinlerin arasında boy veren gelincikler, papatyalar, sarıkızlar vatan, birlikte uyudukları hayvanları vatan.
Şimdi şu karşı yamaçlardan, maviliklerin içinden çağlayan suların, kayalardan dökülüp ışıyan derelerin olduğu yerlerden makinaların homurtuları yükseliyor.
Birileri iki yüz, üç yüz yaşındaki kayın ağaçlarının canını alıyor. Çamları ağlatıyor, ladinleri, ardıçları ve köknarları ağlatıyor, sedir ağaçlarını ve ahlat ağaçlarını ağlatıyor, yaban üzümlerini tırpanlıyor.
Kimin bu ağaçlar, bu topraklar bu akan sular, şu gökyüzündeki mavilik, kimin bu yaban kuşları, sağılan süt, tohumlanan toprak.
Hangi haramidir bu gelin alayı gibi yola dizilen dağların nefesini boğan?
Hangi toprak düşmanıdır, su düşmanıdır, ağaç-kuş-çiçek düşmanıdır bu cellat?
Dinamitler patladıkça kuzular annelerine sığınıyor, köpekler-kediler sahiplerinin yanlarına koşturup ağlaşıyor.
Yüz iki yaşındaki Rüstem emmi, yarı Türkçe yarı Gürcüce inler gibi bağırıyor, “Ne ettik biz bunlara, ne ettik ki düşmanın yapmadığını yapıyorlar. Askerlerin üstünde Türk üniforması var, insan kendi dağına-suyuna-ağacına-taşına-toprağına-kuşuna bunu nasıl yapar, bunlar bu vatanın evladı değil mi?”
Köyün muhtarı Hafit, eğmiş başını öne susuyor.
Mücevher Ana Hafit’e bağırıyor, “Git buralardan git, artık bu topraklar seni kabul etmez. Vicdanın varsa şu karayemiş ağacının altında kur darağacını, boğ kendini. Sen ve senin partin, senin sahip çıktığın şirket öldürüyor bizi.”
Durmuyor makinaların homurtuları, susmuyor dinamitler.
Sızılar içinde kıvrana kıvrana ağlıyor hayat.
Direnen yetmiş-seksen yaşındaki yedi köylü mahpusta.
Muhtar Hafit’e taş fırlatır gibi elma fırlatıyor Mücevher Ana.
Bir, bir daha, bir daha.
“Utan..utan..utan..”
Ezan okunuyor ahşap minareden, yerinden kıpırdamıyor hiç kimse.
“Allah belanızı versin hepinizin.” diye bağırıyor Rüstem Emmi.
Kaçkar dağlarının eteklerinde bir köy; arısı, kuşu, kurdu, suyu, toprağı, ağacı, çiçeği ile ağlatılıyor.
Bağırıyorum gelin alayı gibi dizilmiş dağlara doğru, ‘düzeniniz batsın ta yerin yedi kat dibine, dibine.’