Türkiye ekonomisi yılın 2. çeyreğinde, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3,8 büyüdü. Milli gelirdeki büyüme önemli ölçüde iç tüketim harcamalarından kaynaklandı. Büyüme iç tüketimde yüzde 15,6, kamu harcamalarında yüzde 5,3, yatırımlarda yüzde 5,1 oldu. Hane halklarının tüketimi genel büyümeye 10,7 puan pozitif katkı yaptı. İktisadi faaliyet kollarına göre; hizmetler (% 6,4), inşaat (% 6,2), finans ve sigorta faaliyetleri (% 4,9) büyümeyi tetiklerken, sanayide % 2,6 küçülme yaşandı.
En son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim ve sebeplerini de yazımın devamında takdim edeyim. Ekonomik büyümenin yüzde 3,8 gelmesi, rakamdan ibaret olan bir istatistikî bilgidir. Halkı ilgilendiren, refahı artıran bir özelliği bulunmamaktadır. Daha olumsuz tarafı ise; bu şekilde büyümenin enflasyonla mücadeleye engel teşkil ettiğidir. Zira her ne kadar Maliye Bakanı sıkılaştırmanın devam edeceğinden bahsetse de biliyoruz ki; 2024 yerel seçimleri öncesinde hem büyümeyi canlı tutma hem de seçim yatırımları için kaynak ayırma ihtiyacı genişleyici politikalara geçişi zorunlu kılıyor. Bu da enflasyonun yukarı yönlü hareketine işaret ediyor.
Oysa enflasyonu düşürmeye yönelik sıkı para ve maliye politikaları kısa dönemde büyümenin yavaşlamasına yol açsa da yapısal reformlarla desteklenmesi halinde uzun dönemde kalıcı düşüş sağlayabilir. İşte yukarda da belirtmeye çalıştığım gibi zor olan kısmı burasıdır. Zira ekonomi biliminde; hem büyümeye odaklanıp hem de enflasyonu tek haneye düşürebilmek yoktur. O nedenle öncelik enflasyonu düşürmeye verilmelidir. Devamında rakamsal büyüklükten çok büyümenin niteliğine bakılmalıdır. Refahı artırmayan, kalkınmaya hizmet etmeyen, istihdam yaratmayan büyümenin kimin hayrına gerçekleştiği de ayrıca sorgulanmalıdır.
Ekonomik büyüme bir ülkenin gayrisafi yurt içi hasılasındaki dönemsel artıştır. Kalkınma ise sanayi kuruluşlarındaki büyüme ve teknolojideki gelişme ile sağlanabilir. İş gücündeki kalitenin yükselmesiyle de desteklenebilir. Ancak bunlar sağlansa bile kalkınmanın temel taşı olan gelir dağılımındaki adalet eksik kalırsa o topluma refah gelmez. Zira kalkınma, siyasal ve sosyal alanlardaki gelişmeyle birlikte ekonomik anlamda da refah artışını hedefleyen çok geniş bir kavramdır.
Birlikte gerçekleşmediği ortamda; mal ve hizmet ithalatı yüzde 20,3 artarken, ihracatın yüzde 9 azaldığı bu günkü şaşırtan tablo karşımıza çıkar.
Tüketimin yüksek olmasının nedeni; yüksek enflasyon ortamındaki belirsizlik ve negatif reel faizin etkisiyle, tüketicinin tasarruftan vazgeçip harcamaya yönelmesidir. Örneğin evine konserve, zeytinyağı, sabun, deterjan ve çocuk bezi gibi dayanıklı temel ihtiyaç maddelerini stoklayanlar var. Zira bankaya yatırdığı TL mevduatı eriyen tüketici, tasarrufu varsa enflasyon oranı üzerinde fiyat artışı beklediği ürünlere yatırır. Bu da yukarda gördüğümüz gibi hane halkı harcamalarını büyümenin lokomotifi yapar.
“Tüketim olmadan üretim olmaz” klişe sözü elbette doğrudur ama bizdeki özel durumu yansıtmaz. Talebin hangi sebebe dayandığı ve bu talebin hangi mal ve hizmet çeşitliliği ile hangi yoldan karşılandığı önemlidir. Örneğin harcama artışının yurtiçi üretim artışı ile değil de daha çok ithalat ile karşılandığı güncel durumdan bahsediyorum. Ve bu tercihin ithalatı ve cari açığı artıran etkisinden söz ediyorum. Yoksa bizdeki harcamaların artma sebebi, alım gücündeki iyileşme veya keyfi talep artışı değil ki…
Yükselen enflasyondan korunma iç güdüsü ile kişisel tasarrufa yönelmesi gereken paranın mala yatırılmasıdır. Bu durumda tüketici için ürünün dahilde üretilmesinin veya ithal edilmesinin hiç önemi yoktur. Ancak ülke ekonomisi açısından bakıldığında, büyüme şeklinin niteliği önemlidir. Kaldı ki tüketici talebinin etkilendiği olumsuz piyasa şartlarını dışarda tutarak normal arz talep ilişkisinden standart anlam çıkaramayız. Zaten yazının konusu da bu özel durumdur.
Sonuç olarak; ekonomik büyümeye nitelik kazandırılmak isteniyorsa öncelikle işsizliği azaltıcı politikaları geliştirmek gerekir. Oysa bizde işsizlik oranlarındaki azalmanın otomatik olarak büyümeden gelmesi beklenmektedir. Bunun kendiliğinden olamayacağını ise yeteri kadar rakamlardan izliyoruz…
İstihdam yaratmayan büyüme olgusunun yapısal bir sorun olduğu kabul edilmelidir. Yoksa ekonomik büyümeyle işsizlik azalmıyorsa, hane halkının geliri reel olarak yükselmiyor ve sonucunda toplumun refah seviyesi artmıyorsa Kayseri ağzıyla “Kuru kuru kurbanın olayım” sözü adeta tüketicinin hissiyatını yansıtır. Buradaki anlamı, “büyüme sözden öteye geçmiyorsa bu beni neden ilgilendiriyor?” şeklinde yorumlamak mümkündür.
İşte bu anlayış farkı dünyada gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri 2 ayrı pencereden bakışa yönlendiriyor. Gelişmiş ülkeler kalkınma sağlamayan büyümeye karşı çıkarlarken, gelişmekte olan ülkelerde ise çoğunlukla büyüme ve istihdam arasında ilişki bulunmuyor.
Nüfusu hızlı artan bir ülkeyiz. Sığınmacıların varlığını da yok sayamayız. Genç nüfus oranımız yüksek olmasına rağmen bunları sistem içine dahil edemiyoruz. İhracata dönük sanayileşme sürecinde iş gücünün niteliğini artırmak üzere sürekli seslendirilen yapısal değişikliklerin sadece eğitim kısmına bile öncelik veremiyoruz. Diplomalı işsizlerden bahsetmiyorum bile…
Tarıma dayalı istihdamdan hizmete dayalı istihdama geçildiği, sanayi sektöründe de beklenen sıçramanın yapılamadığı çok açık görülüyor.
Yurtiçi tasarruflar artırılamadığı için de geriye dış kaynaklı büyüme modeli kalıyor ki, bunu sağlamak da o kadar kolay olmuyor…