Uğur Mumcu’nun 1942’de Kırşehir’de tapu kadastro memuru bir babanın evladı olarak başlayan yaşam çizgisi, 1993’te Ankara Karlı Sokak’ta kalleş bir bombanın düğümlemesiyle sonsuzluğa uzandı.
Uğur Mumcu’nun katledildiği günü de kapsayan zaman dilimi dehşet yıllarıydı. Ülkenin bir bölümünde dağ taş bombalanıyor, binlerce köy boşaltılıyor, milyonlarca insan doğal yaşam alanlarını bırakıp göç etmeye zorlanıyor ve binlerce “faili meçhul” cinayet işleniyordu. Bu arada düzinelerce gazeteci cinayetlere kurban gidiyordu. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin “Öldürülen Gazeteciler” listesine göre, Türkiye basın tarihinde ilk gazeteci cinayetinin işlendiği 1909’dan bu yana katledilen 66 gazeteciden 22’si 1992 ve 1993 yıllarında öldürülmüştü. Uğur Mumcu da katledilenler arasındaydı.
Birçok gazeteci cinayetinde olduğu gibi Uğur Mumcu’yu katleden kalleş bombayı patlatanların ayak izleri de devletin karanlık dehlizlerinde kayboldu. Cinayetin işlendiği tarihteki Başbakan Süleyman Demirel ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü cinayeti aydınlatmanın “namus ve onur borcu” olduğunu söyledilerse de, borç olduğu gibi duruyor. Katil adayı olarak çok sayıda kişi yargılandı ama cinayetin üzerindeki sır perdesi aralanmadı.
***
Cinayetin neden karanlıkta kaldığı sorusunun bir parça yanıtı, Güldal Mumcu’nun “İçimden Geçen Zaman” adlı kitabında aktardığı diyaloglarda saklı.
Güldal Mumcu ve aile dostu Avukat Emin Değer, cinayetten beş ay sonra, cinayeti soruşturmakla görevli Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM)’ye giderler. Başsavcı Nusret Demiral, yetkisinin yeterli olmadığından yakınır. Savcı Ülkü Coşkun ise şöyle itiraf eder:
“- Bana olayı aydınlatmam konusunda yazılı emir verilirse olay çözülür.”
Güldal Mumcu’nun şaşkınlığı üzerine sözlerini şöyle tamamlar:
“- Anlamıyorsunuz Güldal Hanım. Emin Bey ne demek istediğimi anladı.”
Savcının kastı, kontrgerilla konusunda kitap yazmış olan Emin Değer’in faili meçhul cinayetlerle devlet görevlileri arasındaki bağlantılara ilişkin kuşkulardı. Yani, “Bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözülür.”
***
Savcı’nın işaret ettiği kuşkular ve bağlantılar sonraki diyaloglarla doğrulandı. Cinayetin üzerinden üç yıl geçtikten sonra Güldal Mumcu soruşturmadaki tuhaflıkları konuşmak üzere Adalet Bakanı Mehmet Ağar’a gider. Yanında yine Emin Değer vardır. Soruşturmadaki tuhaflıkları anlatan Güldal Mumcu: “Karşımıza sürekli engeller çıkarılıyor, bir duvar örülüyor sanki” diye yakınır. Bu yakınma üzerine konuşma şöyle gelişir:
Ağar: Evet Güldal, bir duvar örülüyor.
Güldal: O zaman çekin bir tuğla, yıkılsın duvar.
Ağar: Çekemem.
Güldal: Tuğlayı çekin, kenara çekilin.
Ağar: Yapamam, onu da yapamam.
Güldal: Soruşturma için yeni bir ekip kurulmasını sağlayabilirsiniz belki.
Ağar: Kusura bakma Güldal, yapamam.
Güldal: Ülkü Coşkun dedi ki, “Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözülür.”
Ağar: Aptal bunlar. Böyle şeyler söylenir mi?…
Güldal: O zaman başkaları çeker, altında kalırsınız.
Bu son cümle üzerine Mehmet Ağar, “Ona kimsenin gücü yetmez” gibi müstehzi bir ifadeyle gülümser…
***
Aradan yıllar geçer, Yıl 1999. Bir dönem kendisi de suikasta maruz kalmış Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcısı’dır. Güldal Mumcu, Ecevit’e gider, cinayetin soruşturulması için destek ister. Ecevit’in yanıtı karşısında bir kez daha şaşırır Güldal Mumcu:
“- Ben Uğur Bey’i severdim. Bana yapılan suikastı araştırırken hep duvarlara çarptım. Eşiniz de arı kovanına çomak sokmuştu.”
Güldal Mumcu’ya göre Ecevit’in bu yanıtı “sözün bittiği yer” idi.
Söz nasıl bitiyordu? Bu sorunun yanıtı, kitabın daha ileriki sayfalarında var.
Yıl 2000. Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Uğur Badem ziyarete gelir:
Uğur Badem: Güldal Hanım, bize ‘bulun’ diyorlar.
Güldal Mumcu: Başka ne söyleyecekler ki?
Uğur Badem: ‘Bulun ulan’ demiyorlar. MİT, Emniyet, siyaset arkamızda tam durmuyor.
Uğur Mumcu cinayetinin niçin karanlıkta kaldığı sorusunun yanıtı özetle böyle.
***
Uğur Mumcu, ayak izleri devletin derinliklerinde kaybolan katiller tarafından katledildikten sonra meslektaşlarınca da öldürülmek istendi. Çünkü Simavi ailesi, Nadi ailesi, Ilıcak ailesi, Dinç Bilgin, Aydın Doğan gibi patronların dışında; Uğur Mumcu, profesyonel gazeteci, yani geçimini salt fikir işçiliğiyle sağlayan kişi olarak Türk basın tarihinde ana akım medyanın en etkili gazetecisiydi. Yanı sıra (bana göre) bir de 1979 yılında cinayete kurban giden Abdi İpekçi’den söz edilebilir.
Abdi İpekçi gazetecilik meslek kurallarına sadakati ile temayüz etmişti. Yani hakikate sadakat titizliği. İpekçi’ye göre haber ikinci bir kaynak tarafından doğrulanmadıkça dolaşıma sokulmamalıydı. Abdi İpekçi, bugün hâlâ yürürlükte olan 212 sayılı Basın İş Yasası’nın da mimarları arasındaydı. Basın patronlarının 1961 yılında 212 sayılı yasaya karşı boykotları karşısında “Patronlara hazır lop, gazeteciye simit cop” sloganıyla tarihe geçen 10 Ocak direnişinin bayraktarı Abdi İpekçi’ydi. Fikir işçilerinin Abdi İpekçi öncülüğünde 10 Ocak direnişi, izleyen yıllarda tek sendika çatısı altında birleşmelerinin yolunu açmıştı.
Uğur Mumcu da hakikate sadakat titizliğinin yanı sıra belgelere dayalı araştırmacı gazeteciliğin simge ismidir. Sayabildiğim kadarıyla toplam 43 basılı kitabı, araştırmacı gazeteci olarak çalışkanlığının üretkenliğinin meyvesidir. Çalışkanlığının yanı sıra mizaç olarak mütevazıydı, espriliydi Uğur Mumcu. Genç meslektaşlarının yardım isteklerini geri çevirmezdi. Çömez bir muhabir olarak haber yazarken yardımını istediğimde veya 1989/1990 yıllarında Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı olarak görüş istediğimde desteğini esirgememişti. Ruhu şad olsun.
Uğur Mumcu Marksist olmasa da, kapitalist piyasanın emrindeki ana akım medyanın terazisinde emek kefesinde duruyordu. Oysa 12 Eylül faşist darbesiyle girilen süreçte istikamet emek değil sermaye idi. Tekelleşen medya için de aslolan hakikate sadakat ve haber vermek değil, sermaye birikimiydi. Bu süreçte terazinin emek kefesinde kaldığı içindir ki, kalleş bombayla parçalandıktan sonra bu kez meslektaşlarınca parçalanmak istendi. Matbuat Basın Medya çizgisindeki metamorfozun simge profesyoneli, “Yeni Gazetecilik modelleri” başlığı altında Abdi İpekçi’yi ve Uğur Mumcu’yu hedef alarak aynen şöyle yazdı: “Uğur Mumcu kuşkusuz, Türkiye’ye araştırmacı gazetecilik anlayışını getiren insandır. Ancak köşe yazılarında kullandığı üslup bugünkü koşullarda hem imkánsız hem demode. Bugün hálá Abdi İpekçi’nin yaptığı gazeteyi özlemek, nostaljik patinajdan başka bir anlam taşımaz.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 3 Ocak 2004)
Aynı profesyonel daha sonra, Abdi İpekçi / Uğur Mumcu modelini “katır kutur” diye aşağıladı; seçenek olarak, “sit com gazeteciliği” önerdi. (Hürriyet, 3 Mart 2010)
Ne ki Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu’ya karşı “pseudo” profesyonelin başını çektiği cinayet girişimi akim kaldı. Dönekliği bile sahte olan profesyonel ve yol arkadaşları Uğur Mumcu’yu ve Abdi İpekçi’yi ikinci kez öldürmeye çalışırken kendi mezarlarını kazdılar; ana akım medyayı siyasal İslam’a teslim ettiler; profesyonelin kaptanlık ettiği “amiral gemisi” “hanedan teknesi” oldu.
Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu, basın tarihindeki onurlu yerlerinde acıyla gülümsüyorlar. Anılarına saygıyla.