Üniversitede karşıt görüşlü bir arkadaşım sabahın köründe beni okul kapısında karşılamış, panoya astığım bir makaleyle ilgili olarak “arkadaşların duyguları rencide oluyor, o yazıyı oradan kaldıracaksın” demişti. Esasen çok duygusal olan bu arkadaşların duygularının rencide olması nedense genellikle şiddetle sonuçlanıyordu. Faşizmle mücadelede duygusal bir bağlam var mıydı?
Bu duygusal halkın duygularının ne zaman rencide olacağı hiç belli olmuyor. Dini duygularının rencide olduğunu söyleyerek Fazıl Say’ı mahkemeye veren din kardeşlerimizin dini duyguları VIP hacılarla, beş yıldızlı otellerde verilen iftar yemekleriyle ilgili haberleri duyunca rencide olmuyor mesela. Irak’ta 1 milyon Müslüman kardeşinin katledilmesi, kendisinin yüksek menfaatleri söz konusu olduğundan dini duygularının yakınından geçemiyor. Mavi Marmara’nın ardından mendil sallayıp Filistin için gözyaşı dökerken, İsrail’e bahşettiği kendi mayınlı topraklarında organik tarım yapılacağını düşünerek rahatlıyor. Domates kesildiğinde içinden haç çıktığı söylenerek “zinhar dinen caiz değildir, yenilmeye!” deniliyor. Ama olsun, İsrail’in organik tarımla ürettiği domateslerin içinden haç çıkmıyor. Ölen eşiyle, öldükten sonra altı saate kadar cinsel ilişki kurabileceğini öğreniyor domates meselesiyle ilgili fetva veren fetvacıdan, bu duygusal halk rahatlıyor. Muta nikahları ile kitabına ve ahlakına uyduruyor one-night-standlerini. İki yüzlülük bir toplumun damarlarına emboli atıyor artık.
%50’lik çoğunluk kendisiyle aynı orandaki azınlığı kendisinin ulaştığı kamillikte(!), dini bütün olarak görmek istiyor. Her ölümlü bu dini bütün çoğunluğa inancını ispat etmek zorunda. Etmiyorsa duyguları rencide oluyor. O zaman saldırgan oluyor bu çoğunluk. Rencide timi, ellerinde turnusol kağıtları herkesin dini inancının, vatanseverliğinin PH’sına bakıyorlar. Sınıfı geçemeyenler ya toplumda hedef gösterilip tecrit ediliyorlar, ya da suçları duyurulup mahkum ediliyorlar. İstanbul senfonisinin “La ilahe illallah” ile bitmesi Fazıl Say’ın dini bütün olduğunu ispatlamak için kullanılıyor hemen. Mahkemede Allah’ın varlığı konusunda kendisini ikna etmek istiyor davacılar. Atatürk’ün dua okurken çekilmiş fotoğrafları çıkarılıyor tozlu arşivlerden. Her ortamda dini bütün olduğunu ispat etmek için kullanılan başörtülü babaanneler tekrar gündeme geliyor. Hafız dedeler, hacı dayılar imdada yetişiyor. Neye, ne kadar, ne şekilde inanacağımızı da, neye, ne kadar, ne şekilde ağlayacağımızı da yönetmek istiyor artık muktedir. Gözyaşlarının da, zamanın da, inancın da, bedenin de, ruhun da tek sahibi olmak istiyor. “Benim ulaştığım nokta dinen, siyaseten en üst noktadır, herkes buraya gelsin” diye sesleniyor balkondan. Duygular rencide olunca, faşizmle mücadelede duygusal bağlam olmuyor. Açılıyor kara kaplı kitap, zindan!
Sadece dini duyguları değil, milli manevi duyguları da olması gereken yerde ve zamanda değil, sembollerine zeval geldiğinde rencide oluyor bu halkın. Tam da kapitalizmin istediği yer ve zamanda ve onun istediği şekilde. Sistemin her çıkmazında “milli ve manevi değerler” kartı açılıyor ve halk her seferinde bu resti görüyor. Kimse sevdiğini ifade ettiği her neyse onu sevmiyor, inandığını iddia ettiği her neyse ona inanmıyor. Kavramlar düşerken, evlatlar öldükçe vatan sağ oluyor.
Kafalar öylesine karışık, ortalık o kadar bulanık ki, cennette kendilerine verilecek hurileri düşünerek ibadet eder hale getiriliyor insanlık. Çıkarcılık öylesine sinmiş ki içimize, yaradanla olan ilişkide bile bir menfaat umulur hale gelmiş. Artık Allah’ın rızasının değil, hurilerin peşindeyiz. Yaradanını bile kendi çıkarları çerçevesinde sevenlerden yaradılanı yaradandan dolayı hoş görmesini beklemekteyiz. Daha çok mu bekleriz?
Rivayet odur ki, arkadaş çevresinde inançsız olarak bilinen bir adamı arkadaşları Cuma namazına gitmek için ikna etmeye çalışırken “bak namaza gelirsen cennette huri verecekler” demişler. O da “Ben karımı seviyorum. Allah’ın öyle şeyler yapacağına da inanmıyorum” demiş. Bu meseldeki derin inancı görmez rencide timi. Enel Hakk diyen Hallac-ı Mansur’u görmedikleri gibi. Allah korkusu üzerine değil, Allah sevgisi üzerine kuruluyken Anadolu tarikatı, rencide timi kendi yarattığı tanrıya kendi istediği biçimde tapınılsın ister.
Ete kemiğe bürünüp Yunus diye görünen ne güzel söylemiştir oysa:
“Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene ver onları, bana seni gerek seni”
Cennette huri var mı bilinmez. İnsanoğlu sanatın cennette var olup olmadığını tartışır durur. Duyguları çarçabuk rencide olanların pek sevdikleri “muhafazakar sanat” olabilir belki. Öyle ya diğerleri zaten cennete gidemeyecektir onlara göre. Adorno’nun deyimiyle “kırılmış bir mutluluğun taşıdığı vaat” olan sanat, bunlar tartışılırken yeryüzü cennetinin peşindedir.
Bir sanatçının kafasındaki, yüreğindeki tınıyı seyircinin anlamamasından, yaratım sürecindeki sancılarından öte, hele ki bu topraklarda yaşıyorsa olan bitene seyirci kalması beklenemez. Toplumun ilerisinde olması gereken Fazıl Say’ın toplumla arasında bir yarılma olmasında da bu anlamda şaşılacak bir şey yoktur. Sanat şimdiki gibi karanlık zamanları aydınlatmak için insanoğlunun tarih içinde kendisine bulduğu en büyük çıkış noktasıdır. Bu karanlıktan da yine sanatla, yaratımla çıkılacak. Kahrederek ve yaratarak! Biber gazı kokan, kurşun gibi ağır havayı, kurşun eritenler, piyanonun tuşlarına basanlar, sesini salonun en köşesindeki dinleyiciye duyuranlar aşacaklar. Duygulara duyarlılıkla hitap eden sanatçının duyguları rencide ettiğinden dem vurulurken, enstrümanı sözü değil, piyanosunun sesi olan ozan, topraklarına umudu aşılamaya devam edecek. Bu ikiyüzlü ahlakla savaşırken, bir milli ve manevi değer olarak baş üstünde taşınmayacağını bilerek…