Hasan Cemal’in son kitabını okuyorum. İster istemez o günleri anıyor insan. O Cumhuriyet’i, bizler de çok sevmiştik. 12 Eylül öncesiydi. Her sabah gazeteyi elimize aldığımızda gurur duyardık, birinci sayfa haberlerinin hemen hemen hepsinin kaynağı Ankara Cumhuriyet Bürosu olurdu çünkü. Mustafa İspir’in çayı ve o mürekkep kokulu gazete güne keyifle başlamamıza yeterdi. Sabah toplantısının ardından Işık’la birlikte düşerdik yollara. Polis-adliye haberleri bizim işimizdi. Yalnızca Ankara olmazdı görev bölgemiz. Gazetenin bize verebileceği bir arabası bile yoktu, benim kırmızı Murat 124’üm çekerdi Ankara Bürosunun bütün kahrını. Sadece Fatsa’ya iki kez gittiğimi hatırlıyorum. Nokta Operasyonu’nu Işık’la birlikte izledik. Fatsa’da çektiğim “Maskeliler” fotoğrafı dört sütuna manşetten yayınlandı. Toplantı masasının üzerine yayılmış fotoğraf makinemden ve objektiflerimden Fatsa’nın tozunu, toprağını temizliyordum. Hasan Abi yanıma geldi, operasyon fotoğraflarım için kutladı, “Sana ikinci bir gövde getirtelim artık, tek gövdeyle çalışman çok zor” dedi ve teleks odasına geçti. Teleks operatörümüz Necdet Dayı, Hasan Abi’nin az önce elinde gördüğüm yarım teksir kâğıdını uzattı ve “Hadi yine iyisin” dedi. Daktiloyla yazılmış iki satır vardı kâğıtta, hatırladığım kadarıyla “Stajyer arkadaşımız Saim Tokaçoğlu’na 2000 lira prim vermemiz uygun olur. H.C.” yazıyordu. O teleks notundaki “stajyer”i çok iyi hatırlıyorum çünkü diğer gazete ve ajanslardaki arkadaşlarla konuşmalarımızda çok sık konu oluyordu bize. Gazeteler, stajyer muhabirleri yasal olarak en fazla 6 ay çalıştırabilirlerdi. Bu sürenin sonunda ya kadroya almak ya da işten çıkarmak zorundaydılar. Bunu en iyi kullanan Günaydın’dı. Çalışanların hiçbiri altı aydan fazla kalamazlardı o bünyede. Altı ayı dolanları gönderirler ve yenisine bakarlardı… Ben, Hasan Abi’nin o teleks notunu yazdığı tarihte ikinci yılımı bitirmiştim Cumhuriyet’te stajyer (!) olarak…
Sonra “bir gecede” her şey değişti. Darbenin olduğu gece, pek öyle son sıralarda sıkça izlediğimiz 12 Eylül filmlerindeki darbe gecesine benzemiyordu. Adım başında asker vardı bütün sokaklarda. Saat 01.00 sıralarında Bahçelievler’de ara sokaktan 4. caddeye çıkar çıkmaz durdurdular, bir üsteğmen kapıyı açtı ve kim olduğumu, nereye gittiğimi sordu. “Gazeteciyim, bir operasyon falan mı var?” dedim, aldığım yanıt “Sokağa çıkma yasağı var. Sabah 05’e kadar gideceğiniz yere gidin!” oldu. Özellikle ana caddelerde, subay lojmanlarının çevresinde neredeyse bir metre arayla asker diziliydi. Eve geldiğimde, bütün ışıkların yandığını gördüm, o saatte kimse ayakta olmazdı. Babam kapıda karşıladı, “Erbil telefon etti. Darbe olmuş, hemen büroya gidecekmişsin” dedi ve ekledi “dikkatli ol oğlum”. Büroya gidene kadar kaç kez durduruldum, aynı klişe emri kaç kere duydum hatırlamıyorum. Konur Sokağı’ndaydı büro, Erbil ve Işık evleri yakın olduğu için herkesten önce gelmişlerdi. Hasan Abi hariç, herkes bürodaydı sabaha karşı. Sanıyorum saat 03.00 sıralarında telefon çaldı, “Hasan nerdesin? Tamam, biz Saim’le gelip seni alırız” dedi ve telefonu kapattı Erbil. “Yürü gidiyoruz, Hasan Cemal Hürriyet’teymiş, Cüneyt Abi’nin yanında, alıp gelelim” dedi. Palet seslerini duyduklarında Cüneyt Arcayürek’in Volkswagen’ine atlayıp dosdoğru Hürriyet’e gitmişler. Cumhuriyet Bürosu’nun neredeyse önünden geçip, niçin Hürriyet’e gittiğine o gece anlam verememiştim. Erbil’le birlikte Rüzgârlı’dan Hasan Cemal’i aldık ve büroya döndük. Hasan Abi bana, “İstanbul’u ara” dedi, o tarihte 9 otomatik yeni başlamıştı PTT’de. 9’u çevirince, farklı bir sinyal sesinden sonra şehirlerarası direk aranabiliyordu, ama ne mümkün, şehirlerarası hatlar kesilmişti. Tek çare santralden bağlatmaktı, “Şehirlerarası bağlayamıyorum, bütün hatlarımız arızalı” dedi santral operatörü, arızanın, başında bekleyen bir albay olduğunu tahmin etmek zor olmadı. Bunun üzerine “Bütün konuştuklarınızı not edin” dedi Hasan Abi, “Kimle konuşursanız, ne konuşursanız, saatiyle, dakikasıyla not edin”…
O gece, herkesin kaderi gibi benimki de değişti! Oktay Kurtböke’nin istifasından sonra Hasan Cemal Genel Yayın Müdürü, Yalçın Doğan Ankara Temsilcisi oldu. Cumhuriyet, “sancak alabanda” komutuyla daha liberal bir rotada yol alacaktı! “Faşist” yoktu artık Cumhuriyet’in sayfalarında, “Ülkücü” olmuşlardı… İlan servislerinin elinde, cunta tarafından verilmiş olan bir liste vardı. Ölüm ilanlarının yayınlanmasının sakıncalı olduğu kişilerin listesiydi bu. Devrimcilerin ölüm ilanları bile yayınlanmıyordu artık. Hatta daha önce siyasi cinayete kurban gitmiş devrimcilerin anma ilanları bile yasak kapsamındaydı. Yıldırma politikasına yaklaşık 6 ay dayanabildik. Bütün anayasal haklar, kanunlar gibi iş kanunu da askıya alınmıştı. İşveren, ancak anarşik olaylara karışmış ya da yasadışı örgüt üyesi olanları işten çıkarabiliyordu. Stajyerleri (!) halletmek kolaydı, resmen çalışan değillerdi nasıl olsa. Ama ya kadrolu olup da “sakıncalı” görülenler? Toplam 33 kişiydik topun ağzında. Birine yakından tanık oldum, rahmetli Ekmekçi’nin de bacanağıydı Ahmet Oruçoğlu. Çıkartılma yazısı İdare Müdürü Azmi Özgür’e gelmişti, gördüm, okudum. Gerekçe işyerinde uyumsuzluk yaratmak gibi sudan nedenlere bağlanmıştı. Tebliğ etmek henüz Ankara Temsilcisi olduğu için Hasan Cemal’e düşmüştü. Ahmet’i odasına çağırdı, çok uzun sürmedi konuşma… “Ne oldu?” dedim, “Ya kabul et, sesini çıkarma, tazminatını da ödeyelim…” dedi, “ya da…”nın gerisini getirmeye gerek yoktu zaten.
Bu 33 kişinin içinde kadrolu olanların, muhtemelen Ahmet Oruçoğlu’na yaptıkları gibi, kadrosuz olanların, yani stajyer (!) olanların ise bana uyguladıkları gibi, işe göndermeyerek, para ödemeyerek, durumu kendiliğinden anlaması beklenerek Cumhuriyet’le ilişkileri kesildi. Bir kaç ay önce “Sana ikinci bir gövde gerekli artık” diyerek sırtım sıvazlanıp primle ödüllendirilirken, işsizdim artık… Cumhuriyet’te bir tek Uğur Abi kollamaya çalıştı beni bütün içtenliğiyle, ama sanıyorum gücü yetmedi. Pertev Atasay, Ankara Exspres Gazetesi’ne başlamamı sağladı. Bir hafta oldu olmadı, bir tek olay hem gazeteyi, hem de gazeteciliği bırakmama yetti. İstihbarat şefimiz rahmetli İbrahim Hitay’dı. Gazete, bir akşam gazetesi. Baskıya geçilecek ama akşam olmuş hâlâ birinci sayfada 4 sütuna 20 santim kadar boş yer var, birinci sayfalık haber yok! İbrahim Abi alt çekmecesini açtı, mayolu bir manken fotoğrafı çıkarıp attı muhabir arkadaşlardan birinin önüne, “İki satır moda haberi döşen şunun altına da dönelim” dedi. Hayatımın en uzun gecelerinden biri oldu o gece. Sabah, herkesten önce bürodaydım. İbrahim Abi gelir gelmez oturdum karşısına, “Abi sen beni tanıyorsun. Hep güzel, namuslu işler yapmaya çalıştık. Benim burada çalışmama imkân yok, bırakıyorum…” dedim ve çıktım. O günden sonra da asla iş aramak için girmedim bir gazete bürosundan içeri!
Bütün bunları bunca yıl sonra niçin yazdım? Hasan Cemal’in “Cumhuriyet’i çok sevmiştim”ine küçük bir ekleme yapmak için değil. İçimi dökmek için hiç değil. Kimseye kızgın da değilim, küskün de. Bir tek amacım var; meslekte çok yaygın kullanılan bir deyimdir, bir “tarla” benzetmesi. Genç arkadaşlara, nasıl bir tarlanın içinde oldukları konusunda bir şeyler aktarabilmek. Bu “tarla” temizlenmeli, bunu yapacak olanlar da bizleriz.
“Tarla”nın temizlenmesine bir yerden başlamak gerek. Abdullah Gül’ün basını hedef alan suçlamaları, gerçekten çok işe yaradı. Olaya neresinden bakarsanız bakın, neresinde durursanız durun, ortada hepimizin bildiği, kabul ettiği gerçekler var. Bugün, her şeyi bir kenara bırakarak, elbirliğiyle bu sorunları tartışabilmemiz, çözüm üretmemiz gerekiyor. İletişim Fakülteleri, pırıl pırıl, gencecik gazeteci adayları yetiştiriyor. Biz bir haber portalı olarak onlara tertemiz bir “tarla” sunabilmek adına üzerimize düşeni yapmak konusunda kararlıyız.