Hep söylüyorum: BirGün okurlarının Türkçe duyarlığı övgüye değer. Sürekli ilgileri, uyarıları, önerileri ve sorularıyla bu köşenin zenginleşmesine katkıda bulunuyorlar.
Berlin’deki Vivantes Hastanesi’nde çalışan Dr. Galip Karaali, bu bağlamda birkaç soru yöneltmiş bize. Ama soruların çoğu, yanıtlarını da içinde barındırıyor:
“Sayın Aşut,
Türkçeye olan özen ve sevginizi tekrar selamlayarak bazı konulara kısaca değinip düşüncelerinizi öğrenmek isterim.
-Beni dehşete düşüren, birçok yazarın ‘de’ ekini yanlış kullanmaları. Buna siz de değinmiştiniz. Artık bunu dile getirmekten sıkılıyorum.
-Bir başka konu: Örneğin kaybolan bir kişi günler sonra ölmüş olarak bulunuyor. Gazeteler, ‘cenazesi bulundu’ gibi saçma bir terim kullanıyorlar. Oysa ‘cesedi bulundu’ demek gerekmiyor mu? ‘Cenaze merasimi’ denebilir ama ölü bulunan artık cesettir, değil mi?
-Halkımız, yazarlarımız dil tembeli olmuşlar. Örneğin konuşurken ‘tamam mı?’ yerine sadece ‘tamam?’ diyorlar. Sanki ‘tamam mı?’ derlerse yorulacaklar!
–Enver, Evren, Hikmet gibi adlar hem erkek hem kadın adı olarak kullanılıyor. O yüzden de bu adlardan birini taşıyan bir yazardan söz edilirken cinsiyetini anlamak zor oluyor. Çözüm?
Halkımız ev alırken gösterdiği özeni diline neden göstermiyor, şaşarım! Oysa bence dil bir ağaç gibidir; su ister, toprak ister vs.
Saygıdeğer Aşut! Çok şey sıraladım, bağışlayın! Esen kalınız!”
Görüldüğü gibi, değerli okurumuzun sıraladığı konular, yanıtlarını da içinde taşıyor. Ayrıca “dil tembelliği” tanımlamasını da çok sevdim!
Çift cinsiyetli adlara gelince, bu konuda yapılabilecek fazla bir şey olduğunu sanmıyorum. Erkek yazarların kullandığı başka adlar da vardır. Örneğin. Berin (Taşan), Nedret (Gürcan), Şükran (Kurdakul)… Yaşadıkları yıllarda bu arkadaşlarımızı kadın sanan okur sayısı az değildi. Hatta bu yüzden erkeklerden aşk mektubu alanlar bile olmuştu! Türkçede sözcükler eril ve dişil diye ayrılmaz. Bu adların başına “bay” ve “bayan”dan başka bir belirti koyamayacağımıza göre, yazarları tanımanın en doğru yolu, özgeçmişlerine bakmak olmalıdır.
* * *
(BirGün, 19 Aralık 2024)
MANŞETTEKİ DİL YANLIŞI
Aynı başlığı daha önce de atmıştı BirGün’deki arkadaşlar ve biz bu köşede uyarmıştık. Demek ki alışkanlıklardan kolay vazgeçilemiyor. Üstelik bu kez anasayfanın manşetine taşınmış yanlış! “Hepsini alsa da halk ikna olmuş değil” olmalıydı doğrusu. Belli ki satıra sığmamış ve bir sözcüğü makaslamışlar. O zaman da böyle bozuk bir Türkçe çıkmış ortaya.
HAFTANIN NOTU
HUKUK BUNUN NERESİNDE?
Gezi tutuklusu Osman Kavala, cezaevinde yedinci yılını geride bıraktı. Yalanlar ve kurgularla oluşturulmuş düzmece bir dava yüzünden masum bir insanın en verimli yıllarını “ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü” olarak zindanda geçirmesine vicdanım isyan ediyor! Osman Kavala’nın yaşamından hoyratça koparılan uzun yılları düşündükçe hüznüm ve öfkem daha da artıyor. Birilerinin bitmez tükenmez kini yüzünden bu ülkenin iyi yetişmiş, hümanist ve yurtsever bir aydınına böyle zulüm yapılamaz!
Gezi Davası’nda hukuk ayaklar altına alınarak AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları uygulanmadı. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin uyuşmazlıklarda uluslararası antlaşma hükümlerinin uygulanacağını buyuran T.C. Anayasası’nın 90. Maddesi yok sayıldı. Milyonların katıldığı Gezi Direnişi’nden birkaç arkadaşımız kurban seçilerek 18 yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Milletvekili olmasına karşın Can Atalay kardeşimiz inatla içeride tutuluyor…
Gezi Davası, AB’nin ikiyüzlülüğünü de tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdi. Avrupa kurumları, AİHM kararlarına uymayan Saray rejimine defalarca süre tanıdı ama hiçbir yaptırım uygulamadı; sürekli oyalama ve “bekle gör” tavrı içinde oldu. Çünkü onların tek derdi, Türkiye’deki sığınmacıların Avrupa’ya gönderilmemesiydi. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen de Suriye’de Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra bir milyar avroluk rüşvet çekiyle bunun için apar topar Ankara’ya geldi. İnsan hakları ihlalleri onun umrunda değildi. Ama Türkiye ile imzaladıkları “Geri Kabul Anlaşması”nın sürdürülmesini sağlamak için kesenin ağzını açmaya istekli görünüyordu!
Osman Kavala, bütün bu haksızlıklar ve ihanetler karşısında bile ülkesinin aydınlık geleceğine inancını koruyor. Bilge duruşunu hiç bozmadan, “Bana asıl teselli verecek olan, ülkemde hukuk devleti yönünde gelişmeleri görmek olacak. Bunun olacağına ve gerçekten özgürlüğü teneffüs edebileceğime inanıyorum” diyor. En büyük avuntusu ise -faturası kendisine kesilse bile- bu mücadele sonunda Gezi Parkı’nın kurtarılmış olması…
Osman Kavala, Türkiye’nin Dreyfus’udur!
Öyleyse nerede bu ülkenin Emile Zola gibi “J’accuse!” (Suçluyorum) diye haykıracak vicdanlı aydınları?